|   | 
																				
																					 BÝLÝNMEYEN BAÞYAPIT 
~ 
KIRMIZI HAN 
Bu kitabýn hazýrlanmasýnda Bilinmeyen Baþyapýt ve Kýrmýzý Han adlý yapýtlarýn MEB  
Fransýz Klasikleri dizisinde yayýnlanan ilk baskýlarý temel alýnmýþ ve çeviri  
dilleri günümüz Türkçesine uyarlanmýþtýr. 
 
Yayýna hazýrlayan : Egemen Berköz 
Dizgi : Yeni Gün Haber Ajansý Basýn ve Yayýncýlýk A.Þ. 
Baský : Çaðdaþ Matbaacýlýk Yayýncýlýk Ltd. Þti. 
Eylül 1999 
 
H. de BALZAC 
BÝLÝNMEYEN BAÞYAPIT 
~ 
KIRMIZI HAN 
 
BÝLÝNMEYEN BAÞYAPIT Nahit Sýrrý Örik, 
KIRMIZI HAN Nermin Sankur tarafýndan çevrilmiþtir  
 
BÝLÝNMEYEN BAÞYAPIT 
 
(Le Chef-d'oeuvre inconnu) 
 
 
I 
 
GÝLLETTE 
 
1612 yýlýnýn sonlarýna doðru, soðuk bir aralýk sabahýydý; incecik giysili bir  
delikanlý Paris'te, Grands-Augustins Sokaðý'nda, bir evin kapýsý önünde  
dolaþýyordu. Sevdiði kadýn ne denli gönülsüz olursa olsun, ilk sevgilisinin evine  
girmeyi göze alamayan bir âþýk kararsýzlýðýyla epey gidip geldikten sonra, eþiði  
aþabildi. Üstat François Porbus'ün (1) evde olup olmadýðýný sordu. Alçak tavanlý,  
avlumsu bir yeri süpüren yaþlý bir kadýn, ''Burada,'' deyince, delikanlý saray  
hizmetine daha yeni girmiþ, kralýn kendisine nasýl davranacaðýný bir türlü  
kestiremeyip üzülen bir insan haliyle, basamaklarý aðýr aðýr çýktý. Döner  
merdivenin sonuna varýnca, bir süre sahanlýkta kaldý. Bir zamanlar IV. Henri'nin  
baþressamlýðýný yapmýþ, sonradan Marie de Medicis'in (2) Rubens'i kendisine  
yeðlemesi üzerine gözden düþmüþ sanatçýnýn içerdeki resim iþliðinde çalýþtýðýna  
kuþku yoktu; ama delikanlý o iþliðin kapýsýný süsleyen acayip tokmaða dokunmaya  
bir türlü karar veremiyordu. Þimdi onun içindeki duygu, büyük sanat adamlarýnýn  
gençliklerinin, sanat aþklarýnýn en ateþli çaðýnda bir dahiyle ya da bir  
baþyapýtla karþýlaþýnca yüreklerini çarptýran o derin duyguydu. Ýnsandaki bütün  
duygularýn temelinde, hep soylu bir coþkudan doðan bir saflýk vardýr; ama o soylu  
coþkunun verdiði mutluluk, zayýflaya zayýflaya, bir gün  ancak bir anýdan, þanla  
ün de bir yalandan ibaret kalýr. Çabucak kýrýlýveren o duygular arasýnda aþka en  
çok benzeyeni, hem onur hem de acýlarla dolu yaþamýnda, tatlý çileyi çekmeye yeni  
baþlayan bir sanatçýnýn taze tutkusudur: hem cüret, hem de çekingenlik, hem  
belirsiz inanýþlar, hem de kendilerini pek belli eden üzüntülerle dolu bir tutku.  
Dehasý henüz taze ve kesesi boþken, bir üstadýn karþýsýna ilk çýkýþýnda yoðun bir  
coþku duymamýþsa insan, yüreðinde her zaman bir tel, yapýtýnda bilmem nasýl bir  
fýrça vuruþu, bir duygu, bir þiir anlatýmý eksik kalacaktýr. Kendilerini bir þey  
sanan kimi farfaralarda geleceðe güvenme duygusu çabuk ortaya çýkar; ama onlarý  
ancak sersemler akýllý sayar. Böyle düþünür, yani sanatý o ilk çekingenlikle,  
tanýmlanamayan o utangaçlýkla ölçersek, bu delikanlýda, kesinlikle gerçek bir  
yetenek vardý. Utanma duygusunu güzel kadýnlar nasýl iþve oyunlarýnda  
yitirirlerse; bir gün þana, üne ulaþan sanatçýlar da bu duyguyu, yapýtlarýný  
verdikçe, öyle yitirirler. Utkuya alýþkanlýk kuþkuyu azaltýr, utangaçlýksa belki  
bir kuþkudur. 
Yoksulluktan kolu kanadý kýrýk, gözüpekliðine o sýrada kendisi de þaþan o yoksul  
genç sanatçý, IV. Henri'nin çok güzel bir portresini borçlu olduðumuz ressamýn  
dairesine belki de giremeyecekti; ama raslantý kendisine olaðanüstü bir yardýmda  
bulundu. Merdivende yaþlý bir adam göründü. Delikanlý, giyiminin garipliðine,  
boynundaki dantelanýn görkemine, kendisine olan güveni belli eden yürüyüþüne  
bakarak,  ''Ressamýn ya bir dostu ya da kendisini koruyanlardan biri olacak,''  
diye düþündü. Adama yol vermek için çekilip merakla baktý; onda sanat adamlarýnýn  
babacanlýðýný  ya da sanatsever kimselerin iyilik etmekten mutluluk duyan  
özyapýsýný bulacaðýný umuyordu. Hayýr, o yüzde þeytanca bir þey, sanat adamlarýný  
pek çeken, o ne olduðu bilinmez þey vardý. Rabelais'nin ya da Sokrates'inki gibi  
ezik, ucu kalkýk burun üzerinde, dýþarýya fýrlamýþ, saçlarý dökülmüþ yüksek bir  
alýn; sýrýtan, buruþuk bir aðýz; kýr sakallý, kýsa, büyüklenmeyle kalkmýþ bir  
çene; yaþlandýkça sönmüþe benzeyen, ama sedef rengi bir beyazlýk içinde kara  
gözbebeklerinin belirginleþtirdiði karþýtlýk yüzünden öfke ya da çoþkunluk  
anlarýnda yine de yýldýrýmlar saçar gibi görünen deniz yeþili gözler düþünün.  
Yüze gelince; o yüz, yaþlanmýþlýðýn getirdiði yorgunluklarla, ama onlardan da çok  
hem ruhu, hem vücudu yýpratan düþüncelerle yýkýntýya dönmüþtü. Gözlerin artýk  
kirpiði kalmamýþtý; fýrlak eðimleri üzerinde kaþlarýndan kalmýþ izlerse, güçlükle  
fark ediliyordu. Þimdi o baþý, cýlýz, çelimsiz bir vücudun üstüne koyun; bir  
balýðýn sýrtý gibi karýþýk iþlemeli, pýrýl pýrýl beyaz bir dantelayla sarýn;  
siyah yeleði üzerine aðýr bir altýn köstek takýn; merdivendeki loþ ýþýðýn bir kat  
daha gizemli bir renk verdiði bu adamý hayal meyal görmüþ olursunuz. Sanki  
Rembrandt'ýn bir resmi, çerçevesinden çýkmýþ, büyük ressamýn kendine mal ettiði  
kara hava içinde sessizce yürüyor... Delikanlýya, keskin zekâsýný belli eden  
bakýþlarla baktý; kapýya üç kez vurdu; gelip açan kýrk yaþlarýnda, hastaya benzer  
adama, ''Merhaba, üstat" dedi. 
Porbus saygýyla eðildi, yaþlý adamla birlikte geldiðini sanarak delikanlýyý da  
içeri aldý ve bir daha da onunla ilgilenmedi; aslýnda o genç sanatçý da,  
anasýndan resim yeteneðiyle doðmuþ olanlarýn ilk kez gördükleri, sanatýn  
yaratýlýþýna sahne olan bir iþlikte duyacaklarý coþkunun etkisindeydi. Üstat  
Porbus'ün iþliði, kubbeli tavanda açýlmýþ bir pencereden aydýnlanýyordu. Sehpa  
üzerindeki daha ancak üç dört beyaz çizgi taþýyan bir tuvalin üstüne toplanmýþ  
olan gün ýþýðý, o geniþ odanýn köþelerindeki kara derinliklere iþleyemiyordu;  
ama, sanki yolunu þaþýrmýþ birkaç  parýltý, bu koyu kýzýl gölge içinde bir eski  
süvari zýrhýnýn karýn kýsmýnda gümüþ pullar alevlendiriyor, acayip sofra  
takýmlarýyla dolu eski bir büfenin oymalý, cilalý aðacýndan birdenbire bir ýþýk  
çizgisi geçiriyor ya da oraya örnek diye asýlmýþ gibi duran, kat yerlerinde derin  
kývrýmlar kalmýþ eski sýrmalý ipek perdelerin sýk dokunmuþ yüzeylerinde aydýnlýk  
noktalar oluþturuyordu. Alçýdan biçimler, eski tanrýçalardan kalmýþ, sanki  
yüzyýllarýn âþýkça öpüþlerle parlattýðý birtakým parçalar, gövdeler, küçük  
masalarla konsollarýn üstlerini dolduruyordu. Duvarlar ta tavana dek, yarým  
býrakýlmýþ resimler, üç renkle, yalnýzca kýrmýzýyla ya da mürekkeple çizilmiþ  
sayýsýz taslaklarla kaplýydý. Porbüs'ün solgun yüzüyle o garip adamýn sedef rengi  
kafatasýna bol ýþýk saçan yüksek camlý pencere orta yerde bir aydýnlýk aylasý  
oluþturmuþtu; boya kutularý, yað, esans þiþeleri, devrilmiþ üç ayaklý tabureler,  
o aydýnlýk yere varmak için ancak dar bir yol býrakýyordu. Az sonra delikanlýnýn  
bütün dikkati bir tabloya takýlýp kaldý. O tablo, öyle bir karýþýklýk, bir devrim  
döneminde bile ün kazanmýþtý; kutsal ateþin kötü günlerde de korunmasýný  
kendilerine borçlu olduðumuz inatçýlar, ara sýra onu görmeye geliyorlardý. Bu  
güzel yapýt, Azize Mýsýrlý Meryem'i, bindiði gemide yol parasýný ödemeye  
hazýrlanýrken gösteriyordu. Marie de Medicis için yapýlmýþ olan bu resmi,  
kraliçe, yoksulluk günlerinde satmýþtý. 
Yaþlý adam, Porbus'e: 
- Senin bu azize resmin hoþuma gidiyor, dedi; kraliçenin verdiðinden on altýn  
fazla verip ben alýrdým ama bir iþte onun önüne çýkmak pek tekin olmazdý. 
- Demek güzel buluyorsunuz. 
- Beðeniyorum demek fazla olur belki... Hem beðendim, hem beðenmedim. Kadýnýn  
biçimi, görünüþü kötü deðil; ama yaþamýyor. Sizler bir yüzün düzgünce bir resmini  
yapýp her þeyi de anatomi kurallarýna göre yerli yerine koydunuz mu, oldu bitti  
sanýyorsunuz! O çizgileri, paletinizde önceden hazýrlanmýþ bir ten rengiyle  
boyuyor, bir yaný öte yandan daha koyu býrakmayý unutmuyorsunuz; masa üzerine  
çýkmýþ çýplak bir kadýn da var; arasýra ona da bir baktýnýz diye ressam olduk,  
Tanrý'nýn gizini kavradýk sanýyorsunuz!.. Vay efendim vay! Büyük þair olmak için  
dilbilgisini iyice bilmek, dil yanlýþlarýna düþmemek yetmez ki! Yaptýðýn þu azize  
resmine bir bak Porbus. Önce, hayran olmaya deðer bir þey gibi gözüküyor; ama bir  
daha baktýn mý tablonun zeminine yapýþýk olduðunu, vücudunun çevresini  
dönemeyeceðini görüyorsun. Tek boyutlu bir biçim; yalnýzca bir görünüþ; ne dönmek  
elinden gelir, ne de yerini deðiþtirmek. Þu kolla tablonun zemini arasýnda bir  
boþluk duymuyorsun; bir aralýk da yok, derinlik de; gerçi perspektif bakýmýndan  
her þeye, figürlerin uzaklaþtýkça ufalmalarýna, bütün bunlara dikkat edilmiþ; ama  
bu övülmeye deðer çabalara karþýn, bu güzel vücutta yaþamýn ýlýk soluðunun  
bulunduðuna inanamýyorum. Bana öyle geliyor ki þu sýmsýký, yuvarlak boyuna elimi  
deðdirsem, bir mermer soðukluðu duyacaðým! Hayýr, dostum, bu fildiþi deri altýnda  
kan dolaþmýyor; þakaklarýn, göðsün kehribar saydamlýðý altýnda birbirine sarýlýp  
örülen damarlarý, lifleri, varlýðýn al þebnemi þiþirmiyor. Evet, þurada bir  
çarpýntý var, ama þurasý donuk; her parçada yaþamla ölüm çekiþiyor: þurada bir  
kadýn, burada bir yontu, daha ötede bir ceset... Tam yaratamamýþsýn. Pek sevdiðin  
yapýtýna, ruhunun ancak bir parçasýný üfleyebilmiþsin. Prometheus'un meþalesi  
elinde bir yanmýþ, bir sönmüþ; yapýtýnýn birçok yerine Tanrý alevi dokunmamýþ. 
Porbus saygýyla: 
- Ama neden, üstadým? dedi. Delikanlý da yaþlý adamý dövmemek için kendini zor  
tutuyordu. 
Kýsa boylu, çelimsiz adam: 
- Ha! iþte sorun orada, dedi. Sen iki yöntem arasýnda, resimle renk arasýnda,  
eski Alman üstatlarýnýn o hiç þaþmaz, inceden inceye dikkatleri,  
soðukkanlýlýklarýyla Ýtalyan ressamlarýnýn göz kamaþtýrýcý ateþi, mutlu  
coþkunluðu arasýnda bocalamýþ durmuþsun. Hem Hans Holbein ile Albrecht Dürer'e,  
hem de Tiziano ile Paolo Veronese'ye benzeyeyim demiþsin. Kuþkusuz büyük, yüce  
bir dilek. Ama nedir ortaya çýkan? Ne kuruluðun kaba çekiciliðine eriþebilmiþsin,  
ne de karanlýkla ýþýðýn karýþtýrýlmasýndan doðan o anlaþýlmaz büyüye. Þurada,  
Tiziano'nun zengin, sýcak renkleri, Albercht Dürer'in dar çevresine dökülmek  
istenince onu parçalayývermiþ, kýzgýn tuncun kalýbýný patlattýðý gibi. Ötede  
çizgiler direnmiþ, Venedik paletinin o görkemli taþkýnlýklarýna karþý koymuþ.  
Senin yaptýðýn resmin ne çizgileri yetkin, ne de renkleri; her yerinde de bu  
kararsýzlýðýn izleri görülüyor. Kendinde o iki ayrý, birbirine karþý çýkmýþ  
yöntemi birleþtirecek deha ateþini bulamadýnsa, açýkça birinden birini  
seçmeliydin; resmin en önemli öðelerinden biri olan birlik, ancak böyle elde  
edilebilirdi. Biçimlerin, ancak ortalarýnda doðrusun; dýþ çizgiler yanlýþ;  
birbirini kavrayýp kaplamýyor, hiçbirinin arkasýnda baþka bir þey bulunduðu  
sezilmiyor. 
Yaþlý adam, azize resminin göðsünü göstererek: 
- Burasý gerçeðe uygun, dedi. 
Sonra tabloda omuzun bittiði yeri gösterdi: 
- Burasý da öyle. 
Boynun ortasýna dönüp: 
- Ama, dedi, bak burada her þey yanlýþ. Çözümlemeye giriþmeyelim; bu, seni  
üzüntüye düþürmek olur. 
Yaþlý adam, tabureye oturdu, baþýný elleri arasýna alýp öylece, sessiz sedasýz  
durdu. Porbus: 
- Üstadým, dedi, ben bu göðsü çýplak vücut üzerinde uzun uzun incelemiþtim. Ama  
doðada öyle renk bireþimleri, figür bireþimleri; renklerin, biçimlerin öyle  
durumlarý var ki, biz tablolarýmýza koyduk mu, talihsizliðimizden midir nedir,  
olanaksýz þeyler gibi görünüyor... 
Yaþlý adam, Porbus'ün sözlerini, elini sert bir tavýrla sallayarak kesti: 
- Sanatýn görevi doðayý kopya etmek deðil, anlatmaktýr, dedi. Sen sýradan bir  
kopyacý deðil, bir þairsin! Yoksa bir yontucu, bir kadýn vücudunun kalýbýný  
çýkarýnca, iþini bitmiþ sayabilirdi. Hele sen sevdiðin kadýnýn elinin kalýbýný  
çýkar, önüne koyup bir bak, hiçbir benzeyiþi olmayan çirkin bir cesetle  
karþýlaþýr, o elin týpký eþini çýkarmaya deðil, devinimini, canlýlýðýný  
göstermeye çalýþan sanatçýnýn mermeri iþleyen kalemini ararsýn. Bize düþen,  
eþyanýn, canlý varlýklarýn anlamýný, ruhunu, görünüþünü kavramaktýr. Renklerin,  
figürlerin öyle bireþimleri, öyle durumlarý var ki, diyorsun! Evet, ama bütün  
bunlar yaþamýn kendisi deðil, birtakým raslantýlarýdýr. El örneðini verdiðimize  
göre, sonuna dek sürdürelim: bir el yalnýzca vücudun bir parçasý deðildir, bizim  
sezmemiz, göstermemiz gereken bir düþüncenin süreði, anlatýmýdýr. O bireþimler, o  
durumlar nereden geliyor? Ayrýlmaz biçimde birbirine kilitlenmiþ olan etkiyle  
nedeni, þair de, ressam da, yontucu da birbirinden ayýrmamalýdýr! Asýl savaþ,  
iþte odur! Birçok sanatçý, sanatýn bu ilkesini bilmeden de, içlerinden gelen bir  
yetenekle iþi baþarmýþlardýr. Siz bir kadýnýn resmini yapýyorsunuz, ama kendisini  
görmüyorsunuz! Doðanýn gizi böyle elde edilmez! Sizin yaptýðýnýz el, hocanýzýn  
iþliðinde kopya ettiðiniz elin bir örneðidir de siz ayrýmýna varmazsýnýz. Biçimin  
gizemine yeterince aþkla, dirençle, dikkatle bakmýyorsunuz. Güzellik ciddî, zor  
bir þeydir, ona böyle eriþemezsiniz, zamanýný kollamalý, beklemeli, gözlemlemeli,  
sýmsýký sarýlmalýsýnýz ki bir gün kendinize boyun eðdirebilesiniz. Biçim, bir  
Proteus'tur  (3), hem de söylencedekinden çok daha zor ele geçen, kendisini  
gizlemek için daha çok yol bilen bir Proteus, ancak uzun savaþýmlardan sonra onu  
asýl yüzüyle görünmek zorunda býrakabilirsiniz. Ama sizler! Size kendisini  
yalancýktan bir gösteriversin, yetiyor; birincisinde deðilse de ikincisinde,  
üçüncüsünde inanýyorsunuz. Savaþýmdan yenerek çýkacak olanlar bununla da  
yetinmez! O yenilmez ressamlar öyle kaçamaklara aldanmazlar; doðayý çýrýlçýplak,  
asýl ruhuyla görünmek zorunda býrakýncaya deðin direnirler. Rafaello iþte öyle  
yapmýþtýr... 
Yaþlý adam, ressamlar sultanýnýn adýný anarken, saygýsýný göstermek için kara  
kadife takkesini çýkardý: 
- ... Onun o büyük üstünlüðü, sanki biçimi parçalamak isteyen o iç duygusundan  
gelir. Biçim bizde, yaþayan insanlarda neyse, onun çizdiði yüzlerde de odur; yani  
düþünceleri, duygularý bildirmek için bir araç, bir yorumcu, büyük bir þiirdir.  
Her yüz bir dünyadýr; modeli ressama yüce bir ruh durumu sýrasýnda, ýþýktan  
renkler içinde görünmüþ, ta içten gelme bir sesle gösterilmiþ, bütün yaþamýn  
geçmiþindeki anlatým kaynaklarýný iþaret eden bir tanrý parmaðýyla fazlalýklardan  
temizlenmiþ bir portredir. Siz resmettiðiniz kadýnlara etle deriden güzel  
giysiler biçiyor, onlarý saçlardan yapýlmýþ güzel örtülerle kaplýyorsunuz; ama  
hani kanlarý? Dinginliði de, tutkuyu da doðuran, türlü renk, biçim bireþimleri  
oluþturan kanlarý nerede? Senin çizdiðin azize, esmer bir kadýn; ama þurasý yok  
mu, benim zavallý Porbus'üm, bu ancak sarýþýn bir kadýnda bulunabilir! Sizin  
elinizden çýkan yüzler, boyanmýþ silik birer görünüþten baþka bir þey deðil;  
bunlarý bizim gözlerimizin önünde gezdirdiniz mi, iþte resim, iþte sanat  
diyorsunuz. Bir evden çok bir kadýna benzeyen bir þey ortaya koyunca, ereðinize  
ulaþtýðýnýzý sanýyor; ilk ressamlar gibi yapýtlarýnýzýn altýna "currus venustus"  
ya da "pulcher homo" (4) diye yazmak zorunda olmadýðýnýz için de kendinizi pek  
yüksek eþsiz birer sanat adamý sanýyorsunuz! Güleyim bari! Hayýr, benim yiðit  
yoldaþlarým, daha erekten uzaksýnýz, ona ulaþýncaya dek daha çok kalem  
harcayacak, çok muþamba kirleteceksiniz. Evet, doðru, bir kadýn baþýný böyle  
kaldýrýr, eteðini böyle tutar, gözleri bu yazgýya boyun eðen, tatlý edayla  
gevþeyip sanki erir, kirpiklerin titrek gölgesi yanaklar üzerinde böyle  
dalgalanýr! Hem böyledir, hem de böyle deðildir. Nedir eksiði? Ufacýk bir þey,  
bir hiç; ama o ufacýk þey yok mu? Ýþte her þey odur. Sizin yapýtlarýnýzda yaþamýn  
görünüþü var; ama onun taþan iç doluluðunu, ruhun belki ta kendisi olan, dýþ  
görünüþün üzerinde bir bulut gibi dalgalanan þeyi; Tiziano ile Raphaello'nun  
yakalayabildikleri o yaþam çiçeðini gösteremiyorsunuz. Sizin vardýðýnýz en son  
noktadan yola çýkmakla belki çok resim yapýlabilir: ama siz pek çabuk  
yoruluyorsunuz. Halktan insanlar hayran oluyor; ama asýl anlayanlar, yalnýzca  
gülümsüyor. 
O garip yaþlý adam, birdenbire: 
- Ah Mabuse (5), ah! Üstadým! Meðer sen bir hýrsýzmýþsýn, yaþamý da kendinle  
birlikte alýp götürdün! dedi. 
Sonra yine deminki edasýyla sürdürdü konuþmasýný: 
- Gene de bu tablo Rubens soytarýsýnýn resimlerinden, üzerine kýzýl boya dökülmüþ  
dað gibi et yýðýný Felemenk karýlarýndan, o ateþ yaðar gibi kýzýl saçlarýndan, o  
renk patýrdýsýndan daha iyi. Hiç olmazsa bunda renk var, duygu var, çizgi var:  
üçü de resmin ana öðelerinden. 
Delikanlý, daldýðý derin düþlemden silkinerek yüksek sesle baðýrdý: 
- Ne diyorsun, be adamcaðýz! Bu azize resmi, yüce bir yapýt. Þu iki yüzde,  
azizenin yüzüyle kayýkçýnýn yüzünde, öyle bir amaç inceliði var ki, Ýtalyan  
ressamlarýnýn aklýna bile gelmemiþtir; onlarýn hiçbiri, þu kayýkçýda gördüðümüz  
kararsýzlýðý yaratamazdý. 
Porbus, yaþlý adama: 
- Bu delikanlý sizinle mi birlikte? diye sordu. 
Delikanlý kýpkýrmýzý kesilip: 
- Cüretimi baðýþlayýn, üstadým! dedi. Ben adý saný belirsiz bir insaným; içimden  
geldiði için resim yapýp dururum. Her bilginin kaynaðý olan bu kente daha yeni  
geldim. 
Porbus, eline kýrmýzý bir kalemle bir kâðýt tutuþturup: 
- Görelim bakalým! dedi. 
Delikanlý, Meryem'in çizgilerini hemen kopya etti. 
Yaþlý adam: 
- Aferin! dedi. Adýnýz ne sizin? 
Delikanlý kâðýdýn altýna, "Nicolas Poussin" diye yazdý. 
Öyle delice söylevi veren garip adam: 
- Yeni baþlamýþ bir genç için hiç de kötü deðil! dedi. Görüyorum, senin yanýnda  
sanat sözü edilebilir. Porbus'ün azize resmine hayran olduðun için sana bir þey  
demeyeceðim. Herkes ona bir baþyapýt diye bakýyor. Eksikleri nedir, onu sanatýn  
en derin gizlerini bilenler, ancak onlar anlar. Ama sen ders almayý hak eden,  
aldýðýn dersi anlayacak bir genç olduðun için söyleyeyim; bu yapýtý bitirmek için  
az bir þey, pek az bir þey gerekli; göstereyim sana onu. Sen þimdi gözlerini aç,  
dikkat kesil; öðrenmek için böyle bir fýrsat bir daha belki eline hiç geçmez. Ver  
paletini, Porbus. 
Porbus gidip paletle fýrça getirdi. Kýsa boylu adam, titrek bir ivedilikle  
kollarýný sývadý, Porbus'ün uzattýðý boya dolu alacalý palete baþparmaðýný  
geçirdi; onun elinden deðiþik kalýnlýkta bir avuç fýrçayý koparýrcasýna çekip  
aldý; sivri sakalý da, sevdalý bir hevesin taþkýnlýðýný gösteren, sanki çevreyi  
ürküten bir telaþla titremeye baþlamýþtý. Yaþlý adam, bir yandan fýrçasýna boya  
alýyor, bir yandan da aðzýnýn içinden söyleniyordu: ''Bu boyalarý da, bunlarý  
yapaný da pencereden atmalý!.. Böyle çiðlik, böyle sahtelik insaný isyan  
ettirir!.. Bununla resim mi yapýlýr!'' Sonra fýrçanýn ucunu hummalý bir  
ivedilikle boya yýðýnlarýna daldýrýyordu; bu öyle hýzlý oluyordu ki, Paskalya  
yortusunda "O filii" duasýný çalan sanatçý bile parmaklarýný orgun tuþlarý  
üzerinde belki o denli hýzla koþturamazdý. 
Porbus'le Poussin, tablonun biri bir yanýna, biri bir yanýna geçmiþ, derin,  
mutlak bir dikkatle seyrediyorlardý. Yaþlý adam onlara dönmeden: 
- Görüyor musun, delikanlý, diyordu, görüyor musun? Fýrçayla üç dört kez  
dokunmak, biraz mavi cilâ sürmek yetti; azizenin baþýnýn çevresinde hava esmeye  
baþladý; zavallý! O aðýr hava içinde kuþkusuz boðuluyordu! Bak þu örtüye, þimdi  
nasýl dalgalanýyor! Onu kaldýran hafif bir yel olduðu nasýl da belli! Eskiden  
sanki kolalanmýþ, iðnelerle tutturulmuþ bir beze benziyordu. Farkýnda mýsýn?  
Göðsünün üzerine vurduðum atlas parlaklýðý bir kýz teninin tombul yumuþaklýðýný  
ne güzel gösteriyor! Koyu kýrmýzýyla yanýk toprak renginin karýþtýrýlmasýndan  
çýkan renk nasýl sýcaklýk verdi! Demin o koca gölgenin kurþun rengi soðukluðunda  
kaný donmuþ gibiydi. Delikanlý, delikanlý, bu benim gösterdiðimi sana hiçbir  
öðretmen öðretmez. Yüzlere yaþam vermenin gizini yalnýzca Mabuse bilirdi; Mabuse  
bir tek öðrenci yetiþtirdi, o da benim. Benim öðrencim olmadý; bundan sonra da  
olmaz; yaþlandým artýk. Sen akýllýya benziyorsun, bu gösterebildiðimden ötesini  
kendin sezer, bulursun. 
Garip yaþlý adam söyleniyor, hem de tablonun her yanýna dokunuyor, þuraya iki  
fýrça, buraya bir fýrça vuruyordu; hepsi de öylesine yerinde oluyordu ki, sanki  
yeni bir tablo ortaya çýktý, hem de ýþýklar içinde bir tablo. Öyle tutkulu bir  
ateþle çalýþýyordu ki çýplak alnýnda ter damlalarý belirdi. Ývedi ivedi,  
düzensiz, sinirli devinimlerle çalýþmasýný sürdürüyordu. Genç Poussin, ''Bu  
adamýn içinde bir þeytan var sanki! Zorla ellerini yakalýyor, asýl o çalýþýyor','  
diye düþündü. Yaþlý adamýn gözlerindeki o doðaüstü parlaklýk, sanki bir dirençten  
doðan titremeler, delikanlýnýn o düþüncesine bir gerçeklik veriyordu; böyle  
þeyler de bir gencin düþlemine pek iþler. Yaþlý adam,  "Paf paf, paf! Bak,  
delikanlý, bu iþ nasýl düzenine konuyor! Haydi, benim fýrçam! Þu buz gibi  
renkleri bir ýsýtýver! Hadi, hadi caným! Pon, pon pon!" diye söyleniyor, demin  
bir yaþam eksikliði bulduðunu söylediði yerlere bir sýcaklýk veriyor, biraz boya  
sürerek özyapý farklarýný ortadan kaldýrýyor, ateþli bir Mýsýr kadýný için  
gereken renk birliðine eriyordu. 
- Görüyor musun delikanlý, asýl sayýlan son fýrça darbesidir. Porbus yüz fýrça  
vurmuþ, ben bir tek vuruyorum. Altta ne varmýþ, o kimsenin umurunda deðildir.  
Bunu iyi bil. 
Sonunda o þeytan durdu, hayranlýklarýndan hiç sesleri çýkmayan Porbus'le  
Poussin'e dönerek: 
- Daha benim Kavgacý Güzel ayarýnda deðil, ama doðrusu insan böyle bir yapýta  
imzasýný atabilir, dedi. 
Kalkýp bir ayna aldý, resme bir kez de aynadan baktý, sonra: 
- Evet, dedi, böyle bir yapýta ben de imza atabilirim... Haydi, þimdi gidip  
karnýmýzý doyuralým. Ýkiniz de bana gelin. Evde isli jambonla iyi bir þarabým  
var. Zamanýn kötülüðüne bakmaz, resim sözü ederiz! Biz, resim sözü edebilecek  
insanlarýz. 
Nicolas Poussin'in omzuna vurarak ekledi: 
- Aferin! dedi, eli iþlek delikanlýymýþsýn! 
Sonra, Normandiya'dan gelen o delikanlýnýn sýrtýndaki giysinin eskiliðine bakýp  
kemerinden meþin bir kese çekti, açýp karýþtýrdý, çýkardýðý iki altýný uzatýp: 
- Sat bana demin yaptýðýn resmi, dedi. 
Genç ressam bütün yoksullar gibi gururlu olduðundan, bu söz üzerine titreyip  
kýzarmýþtý; Porbus onun bu durumunu görünce: 
- Al, al, dedi. Onun daðarcýðýndaki para, iki kýralý tutsaklýktan kurtarýr. 
Üçü de iþlikten indiler, sanattan konuþa konuþa yürüyüp Saint-Michel Köprüsü  
yakýnlarýnda ahþap bir eve vardýlar. Poussin dýþarda evin süslerine, oymalarýna,  
kapýsýnýn tokmaðýna, pencerelerinin çerçevelerine hayran olmuþtu; içeriye, basýk  
tavanlý geniþ bir odaya girince de baktý, ocakta ateþ gürül gürül yanýyor,  
sofraya türlü nefis yemekler dizilmiþ... Asýl güzeli, o sofrada dilleri tatlý,  
gönülleri temiz iki büyük sanat adamýyla birlikte oturacaktý. Bir tablonun  
önünde, aðzý açýk, öyle duraklamýþtý. 
Porbus: 
- Bu resme öyle çok bakmaya gelmez, delikanlý, dedi, sonra kendinizden umudunuz  
kesilir. 
O resim Mabuse'ün, kendisini hapse attýrýp uzun zaman býraktýrmayan alacaklýlarýn  
elinden kurtulmak için yaptýðý "Hazret-i Adem" adlý tabloydu; o yüzde öyle bir  
canlýlýk, öyle bir gerçeklik gücü vardý ki, Nicolas Poussin ona baktýkça yaþlý  
adamýn deminki karýþýk sözlerle asýl ne demek istediðini anlamaya baþlamýþtý.  
Adam da o tabloya beðenerek bakýyordu ama öyle bir coþkunluk göstermiyordu, ''Ben  
daha da iyisini yaptým'' der gibi bir hali vardý. 
- Evet, dedi, canlýdýr: Rahmetli üstadým bu yapýtýyla, denebilir ki kendisini de  
aþmýþtý. Ama tablonun zemininde gerçeklik daha tam deðil, bir eksiði var. Ýnsan  
canlý; sanki kalkýverecek, bize doðru yürüyecek. Ama hava, gök, rüzgâr, bizim  
ciðerlerimize giren hava, gördüðümüz gök, duyduðumuz rüzgâr deðil. Hem bu  
tablodaki sýradan bir insan! Oysa ki doðrudan doðruya Tanrý'nýn elinden çýkmýþ  
biricik insanda, elbette tanrýsal bir etkileyicilik, bir þey olmalýydý, onu  
gösterememiþ; sarhoþ olmadýðý günler bunu Mabuse de söyler, kendi kendisine  
kýzardý. 
Poussin meraklý meraklý, bir yaþlý adama, bir Porbus'e bakýyordu. Porbus'ün  
yanýna gitti, yaþlý adamýn kim olduðunu soracaktý; ama ressamýn, susmasýný  
belirtir gibi parmaðýný dudaklarýna götürmesi üzerine aðzýný açmadý; hem güçlü  
bir ressam, hem de pek zengin bir adam olduðu Porbus'ün gösterdiði saygýdan da,  
odaya toplanmýþ olaðanüstü resimlerden de anlaþýlan ev sahibinin adýný çok merak  
ediyordu; ama içinden, ''Elbette ergeç bir söz olur, anlarýz,'' dedi. 
Poussin, duvarlarý örten koyu meþe kaplama üzerine asýlmýþ, son derece güzel bir  
kadýn baþý görerek: 
- Olaðanüstü, dedi, Giorgione'nin (6), deðil mi? 
Yaþlý adam: 
- Hayýr! dedi. O gördüðünüz resim, benim ilk karalamalarýmdan biridir. 
Poussin o saflýðýyla: 
- Ya! dedi. Demek ben, resim tanrýsýnýn evindeyim! 
Yaþlý adam gülümsedi; böyle övgülere çoktandýr alýþýk olduðu belliydi. 
Porbus: 
- Üstadým Frenhofer! dedi, hani þu sizin iyi bir Ren þarabýnýz var, ondan biraz  
getiremez miyiz? 
- Ýki þiþe getirsinler. Biri sana borcum, bu sabah senin o güzel günahkâr kadýn  
resmine zevkle baktým; ikinci þiþe, sana dostluk armaðaný. 
Porbus: 
- Ah, üstadým, dedi, hep böyle hasta olmasam... siz de lûtfedip bana bir kez  
"Kavgacý Güzel" tablonuzu gösterseniz, belki ben de yüksek, geniþ, derin,  
insanlarý doðal büyüklükte bir resim yapabilirdim. 
Yaþlý adam, birdenbire, coþkuyla: 
- Yapýtýmý göstermek mi! dedi. Hayýr, hayýr, daha düzelecek yerleri var, son  
biçimini almadý. Dün akþamüstü, artýk bitirdim sanýyordum. Baktým, gözlerinde  
týpký bir insan gözü gibi ýslaklýk, teninde bir titreme vardý; örgülü saçlarý  
kýmýldanýyor, kendisi soluk alýyordu. Gerçekteki canlýlýðý, uzaklýðý, yakýnlýðý,  
düz bir muþamba üzerinde de göstermenin yolunu bulmuþtum doðrusu... Ama bu sabah  
gündüz gözüyle baktým, yanýlmýþým. Ben böyle þanlý bir sonuca varmadan önce,  
rengin büyük üstatlarýný derinden derine inceledim, Tiziano'nun, o ýþýk  
sultanýnýn yapýtlarýný sanki kat kat kaldýrýp çözümledim; o ulu ressam gibi ben  
de resmime açýk bir renk, kývrak, dolgun bir hamurla baþladým; çünkü gölge ancak  
ikincil bir öðedir; bunu aklýndan çýkarma, küçük. Sonra yapýtýmý yeniden ele  
aldým, ''yarý renklerle'', saydamlýðýný gittikçe azalttýðým cilâlarla en sert  
gölgeleri, hattâ en koyu karanlýklarý gösterdim; orta ressamlarýn vurduklarý  
gölgeler, ýþýklý renklerinden büsbütün baþka türdendir: Tahtadýr, tunçtur, ne  
derseniz odur, ama gölgede bir insan teni deðildir. Tablolarýndaki yüzler  
dönecek, yerlerini deðiþtirecek olsalar, gölgeli kýsýmlarýn yine de gölgede kalýp  
ýþýklanmayacaðý pek bellidir. En ünlüler arasýnda bile nicelerinde bu eksik  
görülür; ben ondan kaçýndým, benim yapýtýmda en koyu gölgenin altýnda bile tenin  
beyazlýðý sezilir. Bir sürü bilisiz, çizgilerinde pürüz kalmadý diye, doðru  
dürüst resim yaptýklarýný sanýrlar. Ben onlara uyup da yaptýðým insan resminin en  
küçük anatomi inceliklerini göstermeye kalkmadým. Ýnsan vücudu öyle çizgilerle  
bitmez ki! Bu bakýmdan yontucular gerçeðe bizlerden çok yaklaþýyor. Doða da  
birbirlerine karýþan, birbirini içine alan yuvarlaklar dizisidir. Dosdoðrusunu  
isterseniz, çizgi diye bir þey yoktur! Gülmeyin, delikanlý! Bu sözü þimdi tuhaf  
bulursunuz, ama günü gelir, niçin böyle dediðimi anlarsýnýz. Çizgi, ýþýðýn eþya  
üzerindeki etkisini anlamak için insanýn uydurduðu bir þeydir; ama doðada çizgi  
yoktur, doða tekdüzedir; resim yapmak, nesnenin kalýbýný çýkarmak, yani nesneyi  
çevresinden ayýrmak demektir; vücuda görünüþünü veren, ancak ýþýðýn durumu,  
üzerine ýþýðýn serpilmesidir. Ýþte bunun için çizgileri kesin olarak göstermedim,  
sýnýrlara bulut halinde sarýþýn, sýcak yarý renkler serptim; böylece, o  
sýnýrlarýn zeminden ayrýldýklarý noktalarý üzerine parmak koyarak göstermek  
olanaksýzdýr. Böyle yapýlmýþ bir resme yakýndan bakýldý mý, karmakarýþýk, ne  
olduðu pek anlaþýlmaz bir þey gibi gelir; ama iki adým öteden bakýn, her yeri  
güçlenir, belirir, bütünden ayrýlýr; vücut döner, biçim ortaya çýkar,  
çevrelerinde havanýn estiði duyulur. Ama, daha hoþnut deðilim, birtakým  
kuþkularým var. Belki de yüzün hiçbir çizgisini çizmemek, önce en ýþýklý  
çýkýntýlara baðlanýp sonra en gölgeli yerlerine geçerek ortasýndan baþlamak daha  
doðru olur. Güneþ, evrenin o Tanrý eþi ressamý  da öyle yapmýyor mu? Ah, doða!  
Seni o kararsýzlýklarýn içinde kim yakalayabilmiþtir? Ýþte bakýn, bilgisizlik  
gibi bilginin fazlasý da insaný yadsýmaya götürüyor. Yapýtýmdan kuþku duyuyorum! 
Yaþlý adam, biraz susup yine baþladý: 
- Delikanlý, ben on yýldýr çalýþýyorum; ama insan doðayla savaþým içinde olunca,  
on yýl nedir ki? Pygmalion efendimizin yaptýðý yontu yürüyüvermiþ; biliyor muyuz  
onu kaç yýlda bitirmiþ? 
Yaþlý adam derin bir düþleme daldý; gözleri öyle bir yere takýlmýþtý, parmaklarý  
da ne yaptýðýný bilmeden yemek býçaðýyla oynuyordu. Porbus, delikanlýya,   
yavaþça: 
- Bir ecinnisi vardýr, dedi; yine onunla konuþuyor. 
Bu söz üzerine Nicolas Poussin'i pek güçlü bir sanatçý meraký, ne olduðu  
anlaþýlmaz o merak kavradý. Ak gözlerini bir noktaya çevirmiþ, dikkatle, sanki  
alýk alýk bakan o yaþlý adam, þimdi ona insandan üstün bir varlýk, bilinmez bir  
âlemde yaþayan þaþýrtýcý bir melek, bir þeytan gibi görünüyordu. O adam, insanýn  
ruhunda bin bir düþünce uyandýrýyordu. Gurbet ilde sýlayý andýran bir türkünün  
verdiði coþkuyu söyleyebilmek nasýl olanaksýzsa, bir ruhun baþka bir ruhu böyle  
büyülemesinin ne olduðunu anlayýp anlatmak da öyle olanaksýzdýr. O yaþlý adamýn  
güzel sanat araþtýrmalarýna hafifseyerek bakmasý, zenginliði, hali tavrý,  
Porbus'ün ona gösterdiði son derece büyük saygý, yýllardýr sabýrla çalýþtýðý  
yapýtý; kýsacasý, o yaþlý adamýn her þeyi insan doðasýnýn sýnýrlarýný aþýyordu;  
gerçi yapýtýný kimseye göstermiyordu ama onun bir dehâ ürünü olduðundan nasýl  
kuþku duyulur? Poussin'in demin hayran baktýðý, Mabuse'ün "Hazret-i Adem"  
tablosunun yanýnda bile güzelliðini belli eden Meryem baþý, o yaþlý adamýn sanat  
sultanlarýndan olduðunu, onda görkemli bir sanat bilgisi bulunduðunu göstermiyor  
muydu? O doðaüstü insaný görünce Nicolas Poussin'in iþlek düþleminin  
kavrayabildiði biricik þey, sanatçý doðasýnýn özü oldu. Sanatçý doðasýnýn ne  
olduðunu þimdi tam olarak sezmiþti: Elindeki gücü çoðu kez yersiz kullanan,  
soðukkanlý, sýradan insanlarý, taþlý dikenli binlerce yoldan sürükleyen çýlgýn  
bir doða... Oralarda soðuk akýl, sýradan insanlar hiçbir þey bulamadýklarý halde,  
o beyaz kanatlý, kendini delice heveslerine býrakan kýz, destanlar, köþkler,  
sanat yapýtlarý bulup çýkarýr. Hem alaycý, hem de acýyýcý; hem bereketli, hem de  
çorak bir doða! Böylece coþkun Poussin'in gözünde o yaþlý adam, birdenbire  
deðiþerek sanatýn kendisi; bütün gizleri, taþkýnlýklarý, düþlemleriyle sanatýn ta  
kendisi oluvermiþti. 
Frenhofer yine konuþmaya baþladý: 
- Evet, sevgili Porbus, bilir misin benim eksiðim nedir? Þimdiye dek güzelliði  
þöyle tam bir kadýnla karþýlaþmadým. Çizgileri eksiksiz, eleþtiri götürmez bir  
vücut, bir ten ki... 
Bu baþladýðý tümceyi bitirmeden: 
- Hani Ýlkçað sanatçýlarýnýn söyledikleri gibi; ölüler dünyasýna gidip seni ta  
oralarda arayacaðým, dedi. Venüs nerede yaþýyor acaba? Onu o denli aradýk, ama  
güzelliklerine parça parça rasladýk; iþte hepsi bu... Kendisinde tanrýlýk olan o  
kusursuz, tam doðayý, yani ülküsel olaný bir an görebilmek için, bir an  
görebilmek için varýmý yoðumu vermeye hazýrým. Ey gökten inen güzellik! Doðar  
doðmaz Orpheus gibi ben de sanatýn cehennemine inip oradan yaþamý getireceðim. 
Porbus, Poussin'e: 
- Haydi gidelim, dedi. Artýk bizi duymuyor, görmüyor. 
Büyük bir hayranlýk içinde olan delikanlý: 
- Ýþliðine gidelim, diye yanýt verdi. 
- Ýþliðine girilmesine izin verir mi sanýyorsunuz. Hazinelerini saklamasýný öyle  
bilir ki kimse yaklaþamaz. O gizi elde etmeye giriþmek, benim aklýmdan da geçti;  
bunun için sizin yol göstermenizi, sizin keyfinizi bekleyecek deðilim ya!... 
- Bu iþte bir giz mi var? 
- Elbette. Bu yaþlý Frenhofer, Mabuse'ün yetiþtirdiði biricik ressamdýr; Mabuse  
baþka kimseye ustalýk etmek istemedi. Ama Frenhofer, Mabuse ile dost oldu, onu  
kurtardý, ona sanki babalýk etti; onun türlü heveslerini yerine getirmek için  
malýný, mülkünü esirgemedi. Buna karþýlýk Mabuse de, Frenhofer'e düz yüzeyde  
oylumu göstermek yolunu, yüzlere olaðanüstü bir canlýlýk, bir doðallýk vermenin  
gizini öðretti; bizim bir türlü bulamadýðýmýz, bizi üzüntülere düþüren o gizi  
Mabuse öyle bir elde etmiþti ki... bak, bir gün ne oldu: Mabuse, V. Carlos'un (7)  
kente girdiði gün, dallý Þam kumaþýndan bir giysi giyip üstadýyla birlikte onu  
karþýlamaya gidecekti; ama o, kumaþý satýp parasýný þaraba vermiþ. Bunun üzerine  
bir kâðýdý Þam kumaþý gibi boyamýþ, onu kuþanýp gitmiþ. Ýmparator, Mabuse'ün  
sýrtýndaki kumaþýn parlaklýðýna, güzelliðine bakýp hayran  olmuþ, ama yaþlý  
sarhoþu koruyup besleyen Frenhofer'i kutlamak isteyince iþin aslýný anlamýþ...  
Frenhofer bizim sanatýmýzý ateþle seven bir adamdýr; öteki ressamlardan da daha  
ilerisini, daha yükseðini görür. Renkler üzerinde, çizginin tam gerçeðe uygun  
olabilmesi üzerinde uzun uzun, derin derin düþünmüþtür; ama araþtýrmalarýný öyle  
ileri götürdü ki en sonunda iþi bu araþtýrmalarýn asýl konusundan, çizginin  
varlýðýndan kuþku duymaya dek vardýrdý. Üzüntü anlarýnda resim çizmek diye bir  
þey olmadýðýný, çizgilerle ancak geometri çizimleri yapabileceðini söyler. Böyle  
demek, doðrunun sýnýrlarýndan çýkmak olur, çünkü çizgilerle, gerçekten bir renk  
olmayan kara bir yüz yapýlabiliyor. Bu da gösterir ki, doðada olduðu gibi, bizim  
sanatýmýzda da binlerce öðe vardýr. Çizgi, resmin iskeletidir, renkse candýr; ama  
iskeletsiz can, cansýz iskeletten de daha eksik bir þeydir. Hem bütün bunlardan  
daha doðru olan bir þey var: Bir ressam resim yapa yapa, çevresine baka baka  
yetiþir; onun için asýl olan iþte bunlardýr. Bir yandan düþünce, bir yandan þiir,  
fýrçayla çekiþmeye girerse sonunda insan bu Frenhofer gibi kuþkuya, yadsýmaya  
varýr. Frenhofer ressam, ama deli. Yüce bir ressam; ne yapalým ki karayazýlýymýþ;  
zengin doðmuþ, bu yüzden saçmalamaya, sayýklamaya olanak bulmuþ. Sakýn onun gibi  
olayým demeyin! Çalýþýn! Ressam dediðiniz düþünür, ama fýrçalarýný eline alýr da  
öyle düþünür! 
Poussin artýk Porbus'ü dinlemiyor, aklýna koyduðu þeyi yapabileceðinden hiç kuþku  
duymuyordu: 
- Gireriz! Ýþliðe gireriz! dedi. 
Porbus, daha iyice tanýmadýðý o delikanlýnýn böyle coþmasýna gülümsedi;  
ayrýlýrken de: 
- Yine gelin, beklerim, dedi. 
Nicolas Poussin, La Harpe Sokaðý'na döndü; aðýr aðýr, dalgýn dalgýn yürüyordu,  
oturduðu küçük oteli geçti ama bunun ayrýmýna bile varmadý. Geri gelip sallanan,  
eski merdivenden, merak içinde, hýzlý hýzlý çýktý; en üst katta, tavaný iki  
yandan basýk bir odaya girdi. Eski Paris evlerinin çatýlarý iþte böyle birer  
güvercinlik gibi miniciktir. Odanýn biricik, o da pek ýþýk sýzdýrmayan  
penceresinin yanýnda bir kýz oturuyordu; kapý tokmaðýnýn tutulup çevriliþinden  
gelenin Poussin olduðunu anlamýþtý; ne kadar sevdiðini gösteren bir davranýþla  
hemen yerinden fýrladý. 
- Ne oldu? diye sordu. 
Poussin, sevinçten boðulur gibiydi; baðýrdý: 
- Ne mi oldu? Ne mi oldu? Ne olacak? Bir ressam olduðumu duyumsadým artýk!  
Þimdiye dek kendimden kuþku duymuþtum; ama bu sabah inandým kendime! Ben büyük  
bir adam olabilirim! Korkma, Gillette, zengin olacaðýz, mutlu olacaðýz! Altýn var  
bu fýrçalarda. 
Ama birden susuverdi. 
Büyük büyük umutlarýnýn þimdiki dar olanaklara hiç uymadýðýný düþününce o  
aðýrbaþlý, güçlü yüzündeki sevinç yitivermiþti. Duvarlarý kaplayan sýradan  
kâðýdýn üzerine, yer yer, kurþunkalemle taslaklar çizilmiþti. Dört tanecik bile  
temiz muþambasý yoktu. O zamanlar boya pek pahalýydý; o yoksul soylunun paletinde  
de, bir damla bile boya yoktu. Böyle bir yoksulluk içinde olan Poussin, gönlünde  
inanýlmaz zenginliklerin varlýðýný, taþmak isteyen bir dehanýn bereketini  
duyuyordu. Paris'e belki dostlarýndan bir soylunun yanýna, belki de sanat gücünün  
çaðrýsýyla gelmiþ; orada hemen bir sevgili bulmuþtu. Soylu, eliaçýk ruhlu  
kadýnlar vardýr, büyük bir adamýn yanýnda acýlara katlanýr, onun yoksulluðunu  
paylaþýr, türlü huylarýný, heveslerini anlamaya çalýþýrlar; bazý kadýnlar nasýl  
pervasýzca süslenir, duygusuzluklarýný nasýl pervasýzca gösterirlerse, onlar da  
sevmekten, çile çekmekten öylece çekinmezler. Gillette, iþte o kadýnlardandý.  
Dudaklarýnda dolaþan gülümseme bu çatý altý odasýna bir altýn rengi veriyor,  
sanki gökyüzünün parlaklýðýyla boy ölçüþüyordu. Güneþ her zaman parlamýyordu; ama  
Gillette, sevdasýna bürünüp mutluluðuna da acýsýna da sýmsýký baðlanmýþ olan  
Gillette, hep oradaydý; sanatý kavramadan önce aþka taþan dehayý avutuyordu. 
- Dinle Gillette, sana diyeceðim var. 
O uysal, þen kýz, ressamýn kucaðýna sýçradý. Tepeden týrnaða þirin, tepeden  
týrnaða güzeldi; bir bahar gibi gönül çeliciydi; kadýnlýðýn bütün  
zenginlikleriyle süslenmiþti; o zenginlikleri yüce bir ruhun ateþiyle de  
aydýnlatýyordu. Poussin: 
- Aman Tanrým1 dedi, söylemeye dilim varmýyor... 
Gillette: 
- Bir giz mi? dedi. Söyle, söyle, ben de bileyim. 
Poussin, öyle dalgýn, duruyordu. 
- Söylesene! 
- Gilletteim benim! Zavallý sevgilim! 
- Yoksa benden bir istediðin mi var? 
- Evet. 
Gillette biraz somurtarak: 
- Yine geçen günkü gibi önümde modellik et diyeceksen, dedi; söyleyeyim sana,  
buna bir daha razý olmam. Öyle zamanlarda hiç beðenmiyorum gözlerini. Bana  
bakýyorsun, bakýyorsun, ama beni düþünmüyorsun. 
- Baþka bir kadýnýn resmini yaparsam, daha mý iyi olur? 
- Belki. Ama iyice çirkin olursa. 
Poussin þimdi ciddî konuþuyordu: 
- Peki, dedi; ya benim gelecekteki ünüm için, benim büyük bir ressam olmama  
yardým etmek için, baþka birine modellik edeceksin dersem. 
- Sen benim aðzýmý arýyorsun! Bilirsin ki gitmem. 
Poussin baþýný göðsüne eðdi; þimdi onda ruhunun dayanamayacaðý kadar yeðin bir  
sevinçle mi, yoksa bir üzüntüyle mi bilinmez, ezilmiþ bir adam hali vardý.  
Gillette onu, yýpranmýþ mintanýnýn kolundan çekerek: 
- Dinle beni, Nick dedi; söyledim sana, senin için canýmý veririm; ama ben sað  
kaldýkça, aþkýmdan vazgeçerim diye sana söz vermedim. 
- Aþkýndan vazgeçmek mi? 
- Ben kendimi baþka birine öyle gösterirsem, sen beni sevmezsin artýk. Ben de  
kendimi bir daha sana uygun bir kadýn saymam. Senin heveslerine uymak benim için  
doðal, pek doðal deðil mi? Senin her istediðini yerine getirmeyi canýma minnet  
bilirim; içimde bir sevinç, bir gurur du 
																				 | 
																				  |